top of page

Handan Acar Yıldız ile Röportaj




Röportör: Yazmaya ilk başladığınızda, hikâyelerinizle ilgili en çok hangi konuda zorlandınız? Bu süreci nasıl aştınız?


Handan Acar Yıldız: Hikaye yazarken beni çok zorlayan bir husus olduğunu söyleyemem. Fakat bazı tedirginlikler yaşadığımı ifade ederek, bunlara açıklık getirmek isterim. Sorunuz beni yeni yazmaya başladığım zamanlara götürdü. Birkaç meselede tedirginlik yaşadığımı hatırlıyorum. Biri, anlatacağım konuyu ajite etmemekti. Diğerleri; postmodern edebiyatın kolaycılığı olan söz oyunlarına baş vurmadan okurun dikkatini uyanık tutabilmek, oyunu ve sürprizi kurguya yerleştirebilmek, neden yazdığımın farkına varabilmekti. Yürüyeceğim yolun ilkelerini kendi içimde belirlemeye çalışıyordum. Bütün bunları, bol bol iyi metinler okuyup onların üzerine düşünerek başarmaya çalışmıştım.


Röportör: Bir karakter yaratırken hangi unsurlar sizin için öncelikli: onun geçmişi mi, duyguları mı yoksa amaçları mı?


Handan Acar Yıldız: Öncelikle karton karakter olmaması. Öykü çok kısa bir metin olduğu için karakter oluşturmada dezavantajlı bir tür. Türk edebiyatında çok iyi öyküler okuduğum oldu. Herkesin olmuştur. En sevdiğiniz beş öykücüyü ya da öyküyü sorduklarında kolayca cevap verebileceğiniz soru, en iyi karakter yaratan beş öykücüyü sıralamanız istediğinde çok zor bir soruya dönüşür. Öyküde karakteri romandaki gibi olaylar zinciri ve uzun diyologlarla oluşturamazsınız. Elinizdeki “kısıtlı” malzeme ve imkanla bunu yaparsınız. Bu konuda aklıma gelen ilk iki isim Sait Faik ve Ömer Seyfettin’dir. Olay ve içinde yer alan karakterin ona dahli iyi verildiğinde, nokta atışı karakteri de şekillendiriyor. Olayı iyi kurmak ve kişiyi onun içine doğru şekilde yerleştirmek karakteri tasvir ediyor diye düşünüyorum. Öyküde tipten karaktere geçmek çok zor. Buna odaklanıldığında ise metinde kantarın topuzu kaçmakta. Öyküde olay/olgunun karakterden daha önde yer alması gerektiğine inanıyorum. Karakterin ise olayın gerçekliğine ya da fantastikliğine halel getirmemesi lazım.


Röportör: Hiç yazmaktan korktuğunuz bir konu oldu mu? Veya kaleminizden kaçan bir mesele?


Handan Acar Yıldız: Gözümden kaçan konular olmuştur. Yazmaktan korktuğum herhangi bir konu olmadı. Herhangi bir olay dünyada meydana geldiyse, hayat buna izin verdiyse, yazarın da onu yazabilme özgürlüğüne sahip olması gerekir. Bizde bir yanılgı var. Kötülüğü yazarsak, yaygınlaşacağı yanılgısı. Özendirilmediği sürece kötülüğü yazmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum. En azından toplumun dikkatini bunun üzerine çekebilmek için.


Röportör: Yaratıcı bir tıkanıklık yaşadığınızda, bu durumu aşmak için izlediğiniz özel bir yol var mı?


Handan Acar Yıldız: Bu konuda kendimi hiç sık boğaz etmedim. İçimden yazmak gelmediğinde ki yeni bir kitabı bitirince baskı sürecindeki mükerrer okumalardan ötürü genelde bir süre yazmayı canım istemez, ısrarcı davranmam. Hemen hemen hiçbir şey yazmam. Neredeyse adımı bile. Ancak okumaya devam ederim. Sakince. Paniğe de kapılmadan. Acaba yeni öykü ya da yeni roman ne zaman gelecek diye endişelenmeden. Edebiyat dışı disiplinlerden de okumalar yapmaya devam ederim. Sonra bir bakarım, yazacağım konu aniden açılan pencereden içeri uçan bir yaprak gibi süzülüp önüme düşmüş.


Günün birinde yazmak hiç içimden gelmezse tamamen de vazgeçebilirim. Ceplerime taş doldurup kendimi nehre atmam. O nehrin suyunun sesini dinlerim. Nefes almanın, hayatın tadına varmaya çalışırım. Bir kırda manzarayı izlerim. Yazamıyorum, ne olacak benim halim diyerek kahırlanmam.


Röportör: Kendi yaşamınıza dönüp baktığınızda, sizi bugünkü siz yapan en büyük kırılma anı neydi?


Handan Acar Yıldız: Otuzlu yaşlar... Hızla değişen duygular, düşünceler, fikirler. Okumanın ve hiç de kolay geçmemiş bir hayatın hikayelerimi meydana getirdiğine inanıyorum. Çok nezih, kenarda bir hayat yaşama çabama rağmen hiçbir zaman fanusun içinde kalamadım. Hayat bana bu imkanı, en çok da okumayı deliler gibi sevdiğim için vermedi. Okuma aşkı, kendi konforunu bozabilme cesaretidir aynı zamanda. Bu yönüyle diğer bütün aşklara benzer. Bazen fanusun içinde yaşayan insanların içinden de çok iyi yazarlar çıkabilir. Nadiren de olsa çıkar. Fakat ben onlardan değilim. Benim bir Sırça Fanus’um olmadı. Onun içine girip kendimi güvende hissetmedim. Aklımın çevresine kalın duvarlar örüp, içerde at koşturduğum için kendimi özgür hissetme yanılgısına kapılmadım. Bedel istemeyen özgürlük yoktur. Değil fildişi kule, kumdan kalem bile olmadı. Ama hayatın bütününe baktığımda, kırk sonrasında bütün taşların yerli yerine oturması için otuzlarda hepsinin yerinden oynaması gerekiyormuş.


Röportör: Edebiyat dışında hayata dair en çok ilham aldığınız sanat dalı nedir?


Handan Acar Yıldız: Bugünlerde mimari. Özellikle de antik mimari. Çünkü mimari, kurgulamakla çok ilişkili bir sanat. Bir binanın önce işlevi vardır. İbadethane mi, hastane mi, saray mı, okul mu? Tıpkı bir metnin meselesinin olması gibi. Sebepsiz inşa edilmez bir bina. Yazarın can sıkıntısından metin inşa etmeyeceği gibi. İşlevin yanı sıra estetik kaygı, emek, çaba, özgünlük vardır mimaride. Edebiyatta olduğu gibi.


Röportör: Yazdığınız bir metin okurlarınız tarafından yanlış anlaşılsa, bunu düzeltmek ister miydiniz? Yoksa bu farklı yorumlara açık bir alan mı bırakırdınız?


Handan Acar Yıldız: Beni olmadığım bir kişi olmakla itham etmediği sürece herhangi bir metnimin eksik ya da yanlış anlaşılması beni zerre kadar rahatsız etmez.

Röportör: Bir okurunuzun, bir eserinize dair size hiç beklemediğiniz bir yorum yapıp sizi şaşırttığı oldu mu? Olduysa bizimle paylaşır mısınız?


Handan Acar Yıldız: Her okur edebi metni kendi içinde yoğurup yorumladığı için, okura çarpan metin evrilip bambaşka şekil alabiliyor. Okurun zekasına güvenen bir yazarım. Kapalı anlatımı tercih ederim. O kapalılık her okurun ruh dünyasında farklı açılıma denk gelince şaşırıyorum. Benim kast ettiğimin ötesine geçip, zenginleştirebiliyor okur. Bazen okura siz bir sokak sunuyorsunuz yürümesi için o kendine koca bir şehir yaratabiliyor. O zaman hem şaşırıp hem de mutlu oluyorsunuz.


Röportör: Bir röportajınızda türler arasında keskin çizgiler çizmekten kaçındığınızı ifade ediyorsunuz. Ancak sizin için bir öykünün “öykü” olarak kalması için olmazsa olmaz unsurlar nelerdir?


Handan Acar Yıldız: Öykünün kendi içinde gerçekleştirdiği bir yolculuk var. Tür olarak tarih içinde de devam ediyor bu yolculuk. Her dönem yeni eleştiri konuları ortaya atılabiliyor. Öykücüler zaman zaman, konudan uzaklaşmak, lirik yazmak, epik yazmak, gösteren değil de anlatan olmak vesaire konularda eleştirilebiliyor. Bu eleştiriler yazara, öykü türünden uzaklaşıp başka türe yaklaşmak üzerinden yapılıyor. Yazarı tahakküm altına alan, üzerinde baskı oluşturan, dayatmacı yaklaşımlara karşı olduğumdan türler arasına keskin çizgi çekmeye karşı çıkıyorum. Ne yaptığını bilen yazar rahat bırakılmalı ve ona dayatmalarda bulunulmamalı. Şahsıma gelince ben bir öyküyü ancak meselesi, derdi olduğunda benimseyebiliyorum. Hafızamdan istesem de çıkmıyor.


Röportör: Edebiyatta cesur olmanın sizin için anlamı nedir? Hiç kendi yazılarınızda bu cesareti göstermekten çekindiğiniz anlar oldu mu?



Handan Acar Yıldız: Edebiyatta cesur olmanın yolu tribünlere oynamamaktır bence. Az okunmayı göze alarak nevi şahsına münhasır olabilen yazar cesur yazardır. Toplumun, insanlığın dertlerini görebilen, aklı ve ruhu işgale, talana açık olmayan yazarın cesur olduğunu düşünüyorum. Ruhunuz işgale açık değilse mecburen sivri, aykırı olursunuz. Sivrilmek de cesaret işidir. Herkesin dikkat çekmek isterken göze batmaktan kaçındığı garip, çelişkili bir çağdayız. Dikkat çekmek için uğraşmayıp göze batmayı göze alabilen yazarın cesur olduğunu düşünüyorum. Cesur olmayı bu kadar sert cümlelerle tanımladıktan sonra “Ben cesurum” demek iddialı olacaktır. İlkeli olmaya çalışıyorum. Yukarıda söylediklerimi başarabiliyorsam, cesurumdur. Ama buna ben karar veremem. Okur karar verir.


Röportör: Edebiyatın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Teknolojik gelişmeler ve yapay zekâ, sizce yazarlık pratiğini dönüştürmeye başladı mı?


Handan Acar Yıldız: Yapay zekanın yazmak konusunda insana rakip olabileceğine inanmıyorum. Ama edebiyat konusunda karamsarım. Her nesil bir öncekinden daha az kelimeyle konuşuyor ve kültürel anlamda çoğunlukla abur cubur ürünler tüketiliyor. Eserden ürüne geçtik. Zaman hızla ilerledikçe insanlığın dikkati geleceğe, geleceğin neler getireceğine yönelmiş durumda. An’ları cips gibi tüketiyor, geçmişe soğumuş yemek muamelesi yapıyoruz. Sanatta da fast food döneme geçildi. Estetik kan kaybediyor. Rahatlık ve kolaylık öne çıkıyor. Ve maalesef Söz’ün eridiğini düşünüyorum. Buz gibi eridiğini. Sözün erimesi, küresel soğumaya sebep olarak hepimizi üşütecek.



Comments


bottom of page