top of page

Adem


Gecenin koynunda usul usul birikiyordu korkusu. Bir dağ gibi yükseldi karanlık yolun ortasında. Önünü göremez oldu. Aldırış etmedi. Kendi de o dağlardan biriydi ne de olsa şimdi. Başında duman vardı, yamacında hasret...Suna’ya hasret. Ucu bucağı olmayan bir kaybedişin ortasında yükseliyor, yükseldikçe içindeki közler canını yakıyordu. İçinden atamadıklarını hapsetti, yutkundu. İplik iplik döküldü gözyaşları. Kirpikleri düğümlendi, dudakları mühürlendi, ruhu titredi. Zamandan ve mekandan uzak, boş bir beyazlığın ortasında savruldu. Ayakları toprak yolda yürümekten kanamıştı, izlerinin üstünde kırmızı lekeler bırakarak ilerliyordu. Bedeninin üstündeki her şey, hatta kendi bedeni bile, bir yükten başka bir şey değildi. İnsan, kendini bile sırtında taşıyacak kadar ağırlaşırdı bazen. Adem, yalnızca kendini değil; hislerini, acılarını ve Suna’yı taşıyordu sırtında. Yüreğinde sürgün yalnızlığı, üzerinde kaybedilmiş bir şehrin viraneliği, elinde sazı, dilinin dönmediği türküleri vardı yanında. Dünyada kapladığı yer bu kadardı işte. Sevdasının hududu, rüzgarın savurduğu saçlarından parmak uçlarına kadar eksilen her yanının telafisi buydu. Bir ağıt yaksaydı, hiç olmazsa bir türkü söyleseydi ardından Suna’nın, ölmüş bilseydi; etine kemiğine yapışmış hasretten, yandıkça yanan kırdan bir teni olmasaydı şimdi, kendine bile faydası olmayan kıvılcımlar sarmaşık gibi sarmazdı etrafını. Geç kalışların küf tutmuş yasları vardı ne de olsa, kelimelerin tozlandığı ağıtları...Yokuş aşağı yuvarlanıyordu Adem ve her sarsıntıda kelimelerin üstündeki ağırlığıyla içindeki sızının arasında eziliyordu. Yana yana geldi kasabaya. Küllerini savura savura, kalbindeki zifti damlata damlata geldi. Öyle yandı ki damarlarındaki kandan, içindeki kordan şüphe etti. Gün çoktan doğmuş, zihnindeki perdeler aralanmaya başlamıştı. İnsanların onun bu müşkülpesent haline gösterdiği tavrı, bakışlarını, birbirinden ayırt edemediği suretleri umursamadan koşmaya başladı. Bedeni ondan bağımsız hareket ediyordu. O’na gidiyordu. Kendinden koşarak uzaklaşıp yine ona gidiyordu. Tüm bu hayalle gerçeğin kesiştiği adımların aniden durmasına ve yere çivileyecek kadar tesir bırakmasına sebep olacak o sesi duydu.

Güm! Davul sesi. Tepeden tırnağa sızladı bedeni. Peşi sıra birtakım alkışlar, ıslıklar ve kahkahaların göğe yükselişi. Güm! Saydığı

günler birer birer düştü uçurumdan. Bu düşüşlerin enkazı, onun boğazında kaldı. Güm! Ayakları, toprağa kök salmışçasına sabitlendi;

elleri göğün maviliğine doğru açıldı, başına sertçe düştü ansızın. Güm! Köklerinden koparak dizlerini yere koydu, ellerini yere sürdü,

avcunda toprağı sıkarak ağlamaya başladı. Bir dağ devrildi kasabanın ortasında. Sessizce, yalnızca kendini toz duman içinde bırakarak -titreyerek ve sarsılarak- koskoca bir dağ devrildi.

Güm! Güm! Güm!

Ayağa kalktı. Sesin geldiği yere doğru yürüdü. Acele etmedi bu kez. “Gitme,” diyordu içindeki ses ama dinlemedi. Gidecekti. Kalbine hoyratça dikilmiş bir yamayla kalacak olsa da tamamlanacaktı. “Ben gitmedim,” diyecekti. Uzun uzun bakacaktı. Suna, haber yollamıştı. Bir kağıt parçasına, çarpık harflerle yazmıştı. Adem, okuma yazma bilmezdi. Onlarca kez okuttu başkasına, harflere dokundu. Düştü, sendeledi, süründü, battı ama çıkamadı o çukurdan. Günler geçmişti o haberin üzerinden ama gömleğinin cebinde sanki asırlardır bekleyen, sönmeyen ve eksilmeyen bir köz taşıyor gibiydi. Güçlükle taşıdığı bedenini gördüğü ilk ağacın gölgesine bıraktı. Dizlerini karnına çekti, başını kalabalığın içinde pırıl pırıl parlayan o gözlere çevirdi. Güneş, saçlarına altın yaldızlar savurmuştu Suna’nın...Işıl ışıldı. Yüzü tüm renklerden uzak salt bir aydınlıkla kaplıydı. Elleri gelinliğinin üstünde, birbirine kenetlenmişti. Dudaklarındaki zoraki gülümseyiş, usulca yanağına süzülen yaşları gölgelemek istermiş gibi titretiyordu hüznünü. Bir an, kısacık bir an, onlarca insanın arasından Adem’i gördü. Yüzü alev alev yandı, başını çevirdi. Düğüm düğüm oldu içi.

Adem, yüzü sırılsıklam, içindeki volkanla kalakaldı. Söyleyecek bir sözü, daha fazla bakacak mecali kalmamıştı. Bakışlarından vuruldu. Bombardımanın ortasında savunmasız kalakalmıştı. Bitmeyen bir hücum karşısında güçsüzleşmiş ve sonunda yenik düşmüştü. Arkasına bile bakamadan, göğe çevirdi başını. Yürüdükçe yaşam içinde sınırlarla kuşatılmış bir maviliğe dönüştü. Tek boyutlu, demir

pençeli...

Aradan geçen vakti anımsayamıyordu. Dünyevi bir zaman değildi sanki. Kayaların dibinde, sınırların dışına çıkabileceği o boşluğu aradı uzun uzun. Sazı söyledi, o dinledi. Türkülerine gömdüğü ne varsa omzuna yaslandı, kaburgasında büyüdü; elini, kolunu, dilini bağladı. Gün yeniden bir çiçek gibi bulutların arasında açana kadar da bekleyecekti. Ay gitsin istiyordu. “Ben gideyim, ona varayım.” diye sayıklıyor, gideceği yeri dahi bilmiyordu.

Üşüdü, titredi. Sabaha dek bekledi. Güneş doğdu, Suna gelmedi. Gözleri onu aradı. Etrafına baktı, haykırdı, yalvardı. Yine de gelmedi. Sustu. Tepenin ardındaydı Suna. Hangi tepeye baksa, diğerinin ardındaydı. Beyaz, incecik...Yanına baktı. İçi acıdı, yutkundu, konuşamadı. Aldı eline, kırdı sazını.

“Başka türkü söylemem bundan gayrı.”

O sabah yüreğine ne oldu bilinmez ama bedeni sıcacık bir yorgan çekti üzerine, topraktan.

Comments


bottom of page