top of page

Dilfezâ Hikayesi ve Şiiri



1795 senesinin kışı İstanbul’u kasıp kavurmaktadır. İstanbul’a Belgrad Ormanlarından taşınan ağaç ve odunlar bile karaborsaya düşmüştür. Odunun çekişi iki paraya kadar çıkmıştır. Bir bakıma dünya imparatorluğunun merkezi olan Topkapı Sarayında o zamanlar Haremi ve hizmetkârları, Bostancıları ve Enderun’u ile aşağı yukarı dört bin can yaşamaktadır. Odaların duvarları en fazla dört metreye varıyor ve Haremin büyük kısmı büyük bir kısmı hariç, her taraf taş. Ama haremde odun sıkıntısından hiç söz edilmiyor. Bir kişi hariç: Dağıstan’dan getirilmiş olan on yedi yaşındaki cariye Dilfezâ.


Dilfezâ, yabanî. Bir dağ kuşu kadar ürkek ama bir kaya üstündeki kartal kadar yabanî. Bir kedi kadar munis, bir kaplan kadar yırtıcıydı. 1793 Mayıs ayının dördüncü cuma günü sadrazamlığa getirilen Damat Mehmet Paşa’nın karısı, Üçüncü Ahmed’in de kızı olan Zeynep Asime Sultan’a takdim edilmiş. Dilfezâ o kadar güzel ki, sultan kızı, bu körpe güzelliği kocasına sunmaya cesaret edememiş ve saraya göndermiş. Hareme alınan Dilfezâ’ya en ince nüanslarına kadar Türkçe öğretmişler nakış işlemesini belletmişler hatta tanbur bile meşk ettirmişler. Her şeyi öğrenen Dilfezâ, itaat etmesini bir türlü öğrenememiş.


Osmanlı tahtının sultanı otuz iki yaşındaki Üçüncü Selim... Şair, bestekâr ve ruh insanı; bir gece Dilfazâ’yı yanına istemiş. Dilfezâ o gece sultanın yanına nasıl geldiyse, birkaç dakika sonra öyle dönmüş hareme. Şaşkına dönen Üçüncü Selim, ertesi gün Haremağası’na şöyle demiş: “Zinhar ola ki, Dilfezâ’ya bir kötülük gelmeye. Ne gelirse, bin misli başına gelecek bil. Tâ, kendisi razı oluncaya kadar...” Bir zamanlar Hurrem Sultanın yaptığı gibi, Dilfezâ’nın bu hareketi de Haremde büyük bir merak uyandırmış. Nedir bu Dağıstanlı, sarı sırma saçlı, yeşil deniz gözlü kızın marifeti ki, padişah visalini reddetmesine rağmen sürülmüyor, taşra çıkarılıp evlendirilmiyor da, bu itibarı görüyor.


Dilfezâ’ya dokunmak kimin haddine? Üstelik hükümdarın saz âlemlerine en başta o çağrılıyor, köşe minderinde ağırlanıyor, herkes gittikten sonra, Cihan padişahı ile sohbetlerde bile bulunuyor. Sonra, burnundan kıl aldırmamacasına, kimsenin yüzüne bakmadan odasına çekiliyor. Dilfezâ’nın odası Galata sahiline bakıyor. Galata sahiline açılan bahçede ise bir cami var. Caminin minaresi oldukça kısa tutulmuş. Buradaki ezan daha ziyade harem halkına okunduğu için; imamlar ve müezzinler haremin üst katlarını görmesinler diye minarelerinin boyunun kısa yapıldığı söylenir. Ölen saraylıların ve bilhassa saray kadınlarının cenazeleri de bu camiden kaldırılırdı. Dilfezâ, ezandan önce odasına çıkmakta ve minareye açılan pencereye gitmektedir. Bu durum, her ezan vaktinde tekrarlanmaktadır. Caminin müezzini Hoş Sedâ Merzifonlu Yusuf, daha camiye gelirken Dilfezâ pencereye oturmakta ve ezanı dinledikten sonra odasına çekilmektedir. Dilfeza'nın yasak aşkı. Dilfezâ’yı kıskananlar bir süre kendisini ilemekle kalmamış, onun gönlünü bir erkek güzeline, davudî sesli müezzine kaptırdığını kulaktan kulağa yayarlar. Bu fısıltılar, Haremağası Cevher Ağa’ya kadar ulaşır.


Haremağası bir bakıma, kızlardan zaman zaman rüşvet bile kabul eden kişidir. Oysa Dilfezâ, o güne kadar en ufak bir hediye değil, yüz bile vermemiştir. Olayı bir de kendisi izlemek isteyen Cevher Ağa; samur kürküne bürünüp, cariyeler dairesine açılan kapının arkasına saklanır ve sabah ezanı okunmadan önce pencerenin önüne gelen Dilfezâ’yı suçüstü yakalamak ister. Fakat Dağıstanlı kızın bir tokadı ile dört dönemeçli merdivenden aşağı yuvarlanır.


Gözü şakağından alnına kadar moraran, sol yanağı, dört tırnakla çizilen Cevher Ağa; durumu padişah Üçüncü Selim’e anlatır. Selim şaşırıp kalır. Dilfezâ, huzurda hiçbir şeyi gizlemez. O gün, cariyeler koridorundaki odaya kapatılır. Cevher ağa, bu gardiyanlık işini yürekten yapar. O süre içinde, genç irisi, yakışıklı müezzin sorguya çekilir. Üçüncü Selim, bu sorgulamayı kafes ardından bizzat dinler ve öğrenir ki, delikanlı Dilfezâ’nın varlığından bile haberdar değildir.


Padişah Üçüncü Selim, Cevher Ağa’ya rağmen Dilfezâ’nın şaşkınlıktan dilini yutmak üzere olan müezzine verilmesini emreder. Beşbin altın çeyiz ve atiye ile gelin edilir genç kız. Ancak değil sarayda, İstanbul’da kalmasında bile sakınca vardır. Merzifonlu Müezzin Yusuf, Bulgaristan’ın Tırnova şehrindeki sevgi, muhabbet anlamına gelen Maşukiye Camii’ne imam tayin edilir. Her yıl Ramazan ve Kurban Bayramında bu genç çifte kimsenin haberi olmadan hediyeler gönderilir.



Sabah Vaktidir Giren Gündoğan Penceremden


Sabah vaktidir giren gündoğan penceremden

Meftun oldum kor kütük davudi sedasına

Yâr gelir minaremden, gözümün görmediği

Yusuf yüzlü nâredir, düştüğüm edasına


Her akşam bir lahza kal bahsetmeye adından

Topkapı Sarayı humma, gel biçare, elim

Kaç leylim ah etti ki ezan ağulu imiş

Dağıstan güzeliydim, hür eylemişti Selim


Bilirdim, bana şiirler düzerdi İlhâmi

Boncuk boncuk, incili, kelamı efsun, yazık

Lakin dinlemezdim ben Yusuf’tan başkasını

Ne vakit doymadı, Nuh’un doyurduğu azık


Şu Galata sahili, bak bu saz alemleri

Hangi musiki olsa gelmiyor senden haber

Gözlerin benden gayrı nehirlere akmakta

Gördüğüm yüzün buysa, çektim Allah-u Ekber


Maşuk yareni Selim, anlardı halim naçar

Yağmur içli ikindi, gün oda arkadaşım

Tenime vuran güneş senden bana hatıra

Sesini doldurduran yol, taşlı yoldaşım


Beşbin altın çeyizim, gelinliğim atiye

Hastalıkta aşklıkta kavuşmak yok, dert olur

Sana sürgün yüreğim sonsuzluk habercisi

Beş vakit hâberine, pencerem hep yurt olur


Bir ezan sesi ile başladı nar-ı sevgim

Gavur gibi sevdiysem, Dil-Feza’ya gard olur.



Yasir Tiryaki


Sayı |8| - "Süleyman Çobanoğlu"


Comments


bottom of page